Paulo Coelho ile 1997’de Ağustos ayında tanışmıştım. O zamanlar Simyacı oldukça popülerdi. Can Yayınları tarafından bir yıl önce basılan kitabın 25.baskısıydı benim aldığım.  Üniversiteye başlamama tam bir ay kalmıştı, heyecanlıydım, gençtim, öğrenmeye ve yönlendirilmeye istekliydim. Aynı gün Simyacı’yla beraber Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım kitabını da almıştım. Bugün tam on beş yıl sonra yeniden bir Coelho kitabı aldım elime, Akra’da Bulunan Elyazması.

Uzun bir aradan sonra bir yazarla yeniden karşılaşmak her zaman biraz risklidir. Sorular vardır kafanızda ama aynı zamanda eski bir tanıdık gibi de yakındır size, tek sıkıntı uzun zamandır görüşmemiş olmanızdır.  On beş yıl uzun bir zaman ve zamanın bize ne yaptığını görmek istedim açıkçası. Kitabı okuyup bitirene kadar yazarın, elimdeki eski kitaplarına bakmadım. Hem kitapların, hem de on sekiz yaşındaki Sibel’in beni etkilemesini istemedim.

Akra’da Bulunan Elyazması bir önsözle başlıyor. Bu bölümde yazar bize Mısır’da 1945 yılında iki kardeş tarafından bir mağarada bulunan papirüslerden bahsediyor ve ilerleyen sayfalarla bu hikâyeyi günümüze kadar yürütüyor. En sonunda da bu papirüslerden bir tanesine ulaştığını ve bizimle bu papirüsü paylaşacağını söylüyor. Okur olarak, meraklanıyoruz, kısa da olsa tarihini ve başına gelenleri bildiğimiz papirüsü okuyacak olduğumuz illüzyonuna bile isteye kendimizi kaptırıp hevesle sayfayı çeviriyoruz.

Yazarların başvurduğu bu tür oyunlar, okurları baştan çıkarttığı gibi, genellikle anlatıyı da canlandırır. Okura önceden söylenerek şartlanmaya neden olan bu tip vaatlerin okurun merak ve isteğini tetiklediğini düşünürüm. Ama bu kez maalesef okur olarak aradığımı bulamadım. Hevesle çevirdiğim sayfalarda beklediğim kurguyu görememenin boşluğu sardı içimi.
Kitabın ilk bölümde, Kudüs bir savaş arifesindeydi. Yazar bizi 1099 yılına götürmüş, o zamanki Kudüs’ü, Kudüs’te yaşayanların genel özelliklerini anlatmış ve bizi iyice hikâyeye ısındırmıştı. Merakla savaş öncesi ve savaş sırasında neler yaşanacağını bekliyordum. Halk savaştan bir gün önce Yunanlı bilge Kıpti’nin anlatacaklarını dinlemek üzere meydanda toplanmıştı. İşte ne olduysa bundan sonra oldu ve kitap sanki bambaşka bir kitaba dönüşüverdi. Kurgudan koptu ve soru cevap şeklinde devam etti. Soruların bitmesini ve yeniden hikâyeye bir yerinden tutunmayı istedim ama bir türlü sorular bitmedi ve o malum savaş başlamadı. Artık sayfaları zoraki çeviriyor, dersin bitmesini bekleyen sıkılgan öğrenciler gibi ben de kitabın son sayfasına ulaşmak için can atıyordum.
Kitap bitince daha önce okuduğum iki kitabını aldım elime. O zaman altını çizdiğim cümlelere ve aldığım notlara baktım. On sekiz yaşındaki Sibel gelecekle ilgili umut veren cümleleri altını çizmişti. Aslında Paulo Coelho’nun çoğu yazar gibi dertleri aynıydı. Belki de değişen bendim. Akra’da Bulunan Elyazması ise bana kişisel gelişim kitapları ile dini hikâyeler anlatan kitapların bir karışımı gibi geldi. Açıkçası on beş yıl sonra bir vesileyle yeniden buluştuğum bir yazarla ilgili ciddi hayal kırıklığına uğradım. Daha önce de çok iyi anlaşamasak da bazı ortak noktalar yakalayabilmiştik ama belki ki sonra birbirimize arkamızı dönmüş ve yürümeye devam etmiştik. O çok satan bir yazar olmuş ve son kitabında kolaya kaçmıştı. Ben bu on beş yılda iyi kitaplar okumuş ve iyi yazarlar tanımıştım.
Sonra düşündüm, bu kitabı kimler okumalı? Yazar bu kitabı kimler için yazmış? Kim okusa önünde yeni bir pencere açılır acaba? Bu sorulara kimler cevap arıyor olabilir?
Belki de bu kitap şu anda kendini yenik, mağlup, mutsuz ve güçsüz hissedenler içindir. Çok klişe cümlelerde olsa arka arkaya geldiklerinde umut bekleyenlere, geleceğini karanlık görenlere belki cılız ve titrek bir mum ışığı tutabilir.
Biraz daha düşününce sorduğum sorular beni beklenmedik bir şekilde bir okur tipine değil, yazarın kendisine ulaştırdı. Paulo Coelho’yu düşündüm. Geçen yıl bir rahatsızlık yaşadı ve anlattığına göre ölüme çok yaklaştı. Zaten bunu kitap boyunca hissetmemek mümkün değil. Sanki bu kitabı kendi içinde uyanan ölüm korkusunu hafifletmek için yazmış gibi geldi bana. İstenmeyen diye tanımladığı ölüm meleği gelip onu çağırdığında tereddüt etmeden gidebilmek isteğinin dile getirilişi gibi.
Coelho aslında bu kitapta da sadık okuyucularını şaşırtmıyor ve her kitabında koruduğu ahlaki değerleri savunan ve öğreten adam tavrını koruyor. Uzun zamandır başka bir öykü üzerinde çalışırken içinde uyanan ölüm korkusuyla yazdığı bu kitapta, ölümü huzurla karşılamanın yollarını arıyor. Fakat kendi içinde bu tutarlılık, yıllar içinde değişen ve gelişen okurlarını tatmin etmek bir yana, onları sadece hayal kırıklığına uğratmaya yarıyor. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here