Uzun zamandır yazamıyorum. İşte sebebi:

Yaklaşık yirmi gündür süren, bir türlü atlatamadığım hastalığımın sonucunda, hayatımda bir ilk yaşandı. Ameliyat oldum.  Nasıl oldu, benim gibi hastalık hastası ve fobilerle çevrili bir insan ameliyat oldu? Onu ben de hala anlayabilmiş değilim. Her zaman ani kararların insanı oldum.  Düşünmeden verilen, ani kararlardan değildi bunlar. Kendi içimde uzun zaman düşündüğüm ama çok fazla dillendirmediğim, geri dönüşü olmayan kararlar. İşte ameliyat kararı da, neredeyse gününe kadar böyle verildi.

Doktoruma göre hiç ağrı çekmeyeceğim, kırk beş dakika süren, herkesin çok basit bir ameliyat dediği ameliyatım, bana hayatımın en –fiziksel- acılı günleri yaşatıyor. Acı elbette kişiye göre değişen bir kavram. Biliyorum, farkındayım! Ama bu ara duymaya en tahammül edemediğim “Ben de olmuştum ama hiç böyle ağrım olmamıştı” söylemi. Çünkü çektiğim acı(lar) çok gerçek ve açıkçası kimlerin daha bu acıları çekip çekmediğinden çok, kendi bireysel acılarımın dinmesinden başka bir şey istemiyorum.


Ameliyat öncesi kendimi bir öldüm ölüyorum psikolojisine kaptırmıştım. Çaktırmadan ailemle, arkadaşlarımla vedalaştım. Herkese ölme ihtimalimi hatırlattım. En çok da kendime! Tek korkum narkozdu. Çünkü daha önce hiç deneyimleyemediğim bir durumdu. Oysa şimdi, narkozlu anların, bu olayın en güzel bölümü olduğunu anlıyorum. Neden bu kadar vesvese yapmışım, çok tuhaf geliyor şimdi. İnsanoğlu hala bilmediği şeylerden korkuyor…

Narkoz herkeste farklı etkiler yaparmış. Bazıları çok güler, bazıları çok ağlar, bazıları geç uyanırmış. En ilginci doktora sarılıp öpenlerin çok olmasıymış. Benim bilgilerim daha kısıtlıydı uyananlar ve uyanamayanlar gibi. Kendimi hep ‘uyanamayanlar’ bölümünde görüyordum. Şimdi düşündüğümde ben narkozdan uyanma anımı pek hatırlayamıyorum. Tıpkı nasıl uyuduğumu anlayamadığım gibi. Sadece “Sibel Hanım, Sibel Hanım” diye gittikçe benim algımda artan bir ses vardı. Sanki birisi eskiden çocukluğumda evimizin salonunda duran büyük kahverengi radyonun, metal yuvarlak düğmesini çok yavaş bir şekilde çevirerek sesi açıyordu. Çocukken bunu yapmayı çok severdim. Kulağımı hoparlöre dayayıp, sesi yavaş yavaş arttırmayı…  Daha sonra hemşirenin odada söylediğine göre gözlerimi açınca hemşire “Sibel Hanım uyandınız mı?” diye sormuş, ben de her zamanki güvensiz ve şüpheci yaklaşımımla “Ne yani şimdi ameliyat bitti mi?” diye sormuşum. Herhalde bir insanın güvensizliğinin ayyuka çıkmasıdır bu!

Sonrası konuşmakta güçlük çektiğim, ayılmaya çalışırken sürekli uyuduğum anlar. Ameliyattan birkaç saat sonra, baktılar devamlı olarak uyuyorum. Zorla ayağa kaldırıldım. Sanki yeni doğan bir buzağıydım, narkoz altında nasıl yürüyeceğimi unutmuştum. Bacaklarım titriyordu, sanki taşıyamayacaklardı koca bedenimi. Bir an gözümün önüne bir gece önce seyrettiğim belgeseldeki, yeni doğan fil geldi. Yürüyememiş ve ailesi bir süre yürümesini beklemiş ama denemeleri başarısız olunca, yollarına devam edip onu kaderine terk etmişlerdi. Zavallı yavru kuraklık zamanında doğduğu için orada sıcaktan ölmüştü. Sanırım bu anlık şimşek çakması gibi gelen görüntünün de etkisiyle ayaklarımı kıpırdatmam ve başımın dönmesine rağmen ilerlemem gerektiğini idrak edebildim ve sendeleyerek de olsa birkaç adım attım. Hemşire sevindi. Ben ise sadece şaşkınca yüzüne baktım. Bu benim zaten kazandığım bir yetenekti otuz iki yıl önce. Bu anlık dikkat dağılması nedeniyle sendeledim ama düşmedim. Hemşirenin takdir dolu bakışları ile koridorda yürüdük ve en sonunda azat edildim ve yatağıma yatırıldım.

Aynada ilk kendimi gördüğüm an, gerçekten beynimi zorlamama neden oldu. Gözlerim inanılmaz şişmişti. Gözkapaklarımın altında yenikti bakışlarım. Gözaltı torbalarım mor. Burnum, aman Allahım burnuma ne olmuştu acaba? Eskiden tatlı, kendi halinde, düzgün bir burnum vardı. Şu anda resmen yanlara doğru bir beden esnemiş, yüksekliği de yarıya inmişti. Basık, şiş ve berbat bir burnum vardı. Tamam, bu bir estetik ameliyat değildi ama var olanı korusaydık keşke. Eski, kendi öz burnumu hatırlamaya çalıştım,  çok zor oldu. İşin ilginç tarafı zaten güzel olmayan ben, bu yeni burnumla çirkinden de öte bir hal almıştım. Bu ameliyattan önce evlendiğime sevindim bir anda. İnsan narkozdan sonra aynaya bakarken işte bir an bunların hepsini düşünebiliyor ve düşünemediği anları özlüyor…

Sabah girdiğim hastaneden, akşam taburcu olarak ayrıldım. Doktorumun da dediği gibi ağrım yoktu. Daha doğrusu, o sırada ben, sürekli yapılan iğnelerden dolayı öyle zannediyordum. Bir iki saat sonra, aniden, bana bir şeyler olamaya başladı. Burnumun kanayacağı bilgisine sahiptim ama bu kanamanın ne kadar süreceği ve ne şiddette bir kanama olacağı hakkında yeterli bilgi olmadığını, bütün gece uyanık kalıp, etrafımda kanlı mendil dağları oluşunca anladım.  Bu arada ameliyatın bir etkisi de gözlerime olmuştu, acıklı bir film izlemişim gibi gözlerimden istem dışı yaşlar dökülüyordu ve etrafımı sürekli bulanık görüyordum. Burnumdan nefes alamadığım için, dengem bozulmuş ve kulaklarım da ağrımaya başlamıştı. Ameliyat sırasında boğazıma takılan ismini bilmediğim bir şey yüzünden bademciklerim şişmiş, yutkunmakta güçlük çekiyordum. Ağzımdan nefes aldığım için, boğazım daha sık kuruyor, bu nedenle daha çok tükürük salgılıyor ve normalden daha sık yutkunmak zorunda kalıyordum.  Sonra dişlerim, sanki hepsi aynı anda çürümüş gibi sızlamaya başladı. Kendimi bir kâbusun içinde gibi hissetmeye başlamıştım ama hayır bu gerçekti ve bu gerçeği ben seçmiştim. Bundan sonra ki gün ve geceler tamponlar alınana kadar, acılar içerisinde çoğunlukla ağlayarak geçirdiğim, uzun ve ağrılı saatlere dayanıyor.

Bir kez daha doktorlara inandığım için kendimi çok saf buldum. Çünkü her defasında ‘ağrı olmayacak, canın acımayacak’ gibi telkinlere küçük bir çocuk gibi inandığımı fark ettim. Bir daha asla inanmamaya söz verdim kendime ve bugün tamponlarımın alınması için hastaneye gittim. Yine etrafımdan duyup bildiğim kadarıyla, acılı bir süreç beni bekliyordu. Doktorum beni çok iyi buldu. Bense, ona karşı biraz mesafeliydim. İster istemez o kadar acı çekince, adama da bir sinir oldum sanırım.

Beni o meşhur koltuğuna oturtup, klasik kulak, burun, boğaz kontrolünü yaptıktan sonra elime beyaz bir tas tutuşturdular. O anda burnum sanki daha da bir sertleşti. Zaten benim vücuduma sonradan eklenmişler gibi duran üst dudağım ve burnum, ellerinde olsa arkalarına bakmadan beni orada bırakıp gidecek gibiydiler. Doktorum elinde bir pensle geri döndü ve burnumu kurcalamaya başladı. Canım yanmaya başlamıştı ama koskoca kadınım çığlık atmamalıyım diyerek kendimi sıkıyordum. Doktor “Acıyor mu?” diye sordu, ben yiğitlikten “Yok, sanırım acıyacak zannederek tedirgin oldum.” dedim. Hemşire omzumu okşadı. O an bir şey olacağını anladım ama artık çok geçti. Doktor ucundan ip sarkan silikon tamponu ilk önce yapıştığı yerden ayırdı – ki bu an bende derin izler bıraktı- tepki vermeme fırsat vermeden, aşağıya çekti. Elimdeki beyaz kaba düşen garip şeye bakmayı reddettim.  Acının yanında iğrenme ve kusma isteği sarmıştı her yanımı. Doktor el çabukluğuyla ikincisini de çektikten sonra, oturduğum koltuğu bir dişçi edasıyla yatırdı. Burnuma uzun metal çubukların içinden gelen tazyikli bir sıvı sıktı. Bir süre yattım orada. Hemşire kız sürekli elimi tutuyor iyi olup olmadığımı soruyordu. O an anladım ki bir anlık kendimden geçmişim. Doktor da bunun normal olduğunu söyledi. Sonra iki gün sonrası için randevulaşarak ayrıldım, doktorun yanından. Bütün gün sarhoş gibiydim, burnumdan fışkırtılan ve beynime ulaşan sıvı neydi bilmiyorum ama kafa yaptığı kesin.

İlk ameliyatım ve sonrası böyle geçti. Yarın iş var. Herkese iyi geceler!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here