“insan” demişti, “önce kendini dünyanın merkezinde zanneder evlat, ama sonraları o dünyanın kâinatın kuytu bir köşesinde olduğunu anlayıverir”

ALGI KALESİ, Rastlantı ve Devinim – GÜLTEKİN KARAKUŞ

Yeni yazarlara karşı hem merak hem de ister istemez bir önyargı barındırırım içimde. Okurum, beğendiklerim de olur elbette, hatta bir sonraki kitabını beklediklerim ve benim keşfim diye övündüklerim de çıkar içlerinden. Ama hep bir basamak üstten bakarım kitaba, ben neler okudum der gibi tek kaşım havada, hadi bakalım derim içimden göster alâmet-i farikanı. Ayrıca yeni bir kitabı elime alınca hemen açıp okumaya başlayamam. Bir süre gerekir birbirimize alışmamız ve birbirimizi kabul etmemiz için. Kitabı sevmek isterim. Her kitabın kapak fotoğrafına baktığımda içimde ümitler vardır. İki gün önce bu hislerle elime bir kitap aldım ve zaman benim için sonsuz bilgi ile dolu bir kütüphaneye hapsoldu. Şimdi sizi bu kütüphanenin içinde bir geziye davet ediyorum.

Algı Kalesi’nin kapağını ilk gördüğümde beğenmiştim ama biraz karanlık gelmişti. Kitabı okuyup bitirdikten sonra kapak benim için daha anlamlı bir hale geldi, hatta karanlığın bile bir anlamı vardı artık. Kitabın kapağını açtığınızda bir başka kapakla benim yardımcı kapak diye adlandırdığım ama yayınevi h2o kitap’ın tüm kitaplarında yer alan eskilerden (vintage) bir kapakla karşılaşıyorsunuz. Bir uçurumun kenarında yalnız ve üzgün bir kadının üzerine harfler yağıyor illüstrasyonda. İki kapağa bir kez daha bakıp roman ile ilgili bir ipucu yakalamaya çalışıyor, içinizden öngörüler oluşturuyorsunuz hepsinin az sonra yazar tarafından birer birer yıkılacağını bile bile.

Sonra bir sayfa daha çeviriyorsunuz ve okurun aklına ilk merak tohumu atılıyor, “Bu kitap belli bazı nedenlerle yazarın da izni alınarak ilk bölümü çıkartılarak yayımlanmıştır.” Okur olarak bu oyuna katılıyor, inanmış görünerek ilk bölümü yani aslında rivayete göre ikinci bölümü okumaya başlıyoruz. Ama bölümü bitirdiğimizde o kulak ardı ettiğimiz bilgi içimizi kemirmeye başlıyor. Okur her yeni bölümde o boşluğun gittikçe büyüdüğünü duyumsuyor ve bu duygu kitabın sonuna kadar onu hiç bırakmıyor.

Kitap az ama önemli karakterlerden oluşmuş bir hikâyeye sahip ve biz ilk bölümde neredeyse tüm karakterleri tanıyoruz. Algı Kalesi ilk bölüme aslında finallere yakışır bir sahneyle başlıyor, şaşırıyor ama aynı zamanda meraklanıyoruz. Yazarın bence en büyük başarılarından biri bu merak duygusunu kitabın sonuna kadar koruyabilmesi, okuru hep uyanık tutabilmesi.

Algı Kalesi’nin, okuru hemen avucunun içine alabilmesinin en büyük sebebinin, çoğu zaman kendi kendimize sorduğumuz, bazen yüksek sesle dillendirmekte bile zorlandığımız soruları, cesaretle sorması ve bunlara samimi bir şekilde cevap araması olduğunu düşünüyorum. Yazar her sorusuyla aslında okurun aklına bir çentik atıyor, kitabı okumaya devam eden okur, bu çentik attığı yerlere defalarca gidip gelmeye başladığını fark ediyor. Cevabı aranan her soru yeni sorular doğuruyor ve sonunda hiç bitmeyen bölünerek çoğalan bir döngüye evriliyor.

Hikâye İstanbul’da 1873 yılında geçiyor. Yazar okurun bu zamanı soluması için; kelimelerini özenle seçmiş, karakterlerinin hal ve tavırlarını adeta çizmiş ve eski İstanbul tasvirleriyle hikâyesini desteklemiş. Yazarın kelime bilgisi ve Türkçeye hâkim olması ve bu kadar naftalinli kelimeye rağmen metnin akıcılığını koruyabilmesi beni etkiledi.

Kitabın ilk bölümünde Tahir Usta ve onun bir nevi öğrencisi sayılabilecek Levend ile tanışıyoruz ve elbette bir de Akil Hoca var. Kitap bu üç karakter üzerinden yürüyor. Baskın karakter Levend olsa da ben Akil’le eşit rol paylaştıklarını düşünüyorum ve bu benim kitapta çok hoşuma giden bir durum. Çünkü iki ayrı hikâyeyi sanki bir saçı örer gibi örüyor yazar. Okur da bu örgüyü takip ederken Tahir Usta’yı da kitabın sonuna kadar hiç unutmuyor, bir yerlerde bırakmıyor ve sayfalar boyu onu da yanında taşıyor. Yazar bunun ödülünü ise okura son bölümde veriyor. Bir bohçayı bağlar gibi ilk önce Akil ve Levend’in hikâyelerini bağlıyor sonra üzerilerine son düğümü Tahir Usta ile atıyor. Okur bohçayı biraz daha karıştırmak isterken yazar onu sırtlanıp hızlıca uzaklaşıyor.

Levend’in bilgiye olan tutkusu, öğrenmeye olan açlığı meraklı okur için de aslında bir okuma izleği çıkarmasını sağlayabilir. Ama aynı zamanda hızlı temposu ve aşırı bilgi yüklemesi zaman zaman sabırsız okura ipin ucunu kaçırma endişesi yaşatabilir.

Yazarın bilinçli bir tercihi miydi bilmiyorum ama kadın karakterler ve aşkları, sanki baş erkek karakterlerin etkileyiciliğine gölge düşürmesin diye geri planda bırakılmış gibi geldi bana.  Oysa ben Neva ve Tahir Usta’nın aşkını biraz daha okumak, Neva’yı daha yakından tanımak isterdim. Ayrıca Akil başına gelen felaketten kurtulduktan sonra sanki bir süre kendi derdine düşüp Melike’yi unuttu. Oysa ona ulaşamasa da aklında olduğunu okur olarak bilmek istedim ve bunun eksikliğini hissettim.

Kitabın arka kapak yazısındaki söze katılıyorum “Bir solukta okuyacak ama bir lokmada yutamayacaksınız.” Çünkü yazar sorularını Levend, Akil ve Tahir Usta aracılığıyla sizin zihninize bırakıp gidecek. Her bir soru kozalakların tutuşması gibi patlayarak parçalara ayrılacak ve içinizdeki yangın git gide büyüyecek…

* 28.09.2012 Cuma günü Aydınlık Gazetesi kitap ekinde yayınlanmıştır. 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here